10 Ekim 2025 Cuma

YENİ DÖNEMDE TÜRK DIŞ POLİTİKASI: TEMASLARIN STRATEJİK HARİTASI

 

2025 yılı itibarıyla Türkiye’nin dış politika gündemi, bölgesel krizlerin yoğunlaştığı bir dönemde dikkat çekici bir diplomasi trafiğine sahne olmaktadır. Özellikle Gazze merkezli gelişmeler, Suriye ve Avrupa ile yürütülen temaslar, Ankara’nın çok yönlü dış politika stratejisini yeniden tanımlama çabasını ortaya koymaktadır.

Filistin Meselesi ve İslam Dünyasıyla Koordinasyon

Türkiye’nin son dönemdeki diplomatik temaslarının merkezinde Gazze yer almaktadır. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi nezdindeki görüşmeleri, Türkiye’nin Filistin meselesinde diplomatik baskı kurma stratejisini güçlendirme amacını taşımaktadır. Bu temaslar, Türkiye’nin yalnızca insani söylemle değil, aynı zamanda uluslararası hukuk ve diplomatik mekanizmalar üzerinden hareket ettiğini göstermektedir.

Suriye ile İlişkiler: Güvenlik ve Mülteci Boyutu

Ankara’da gerçekleşen Türkiye-Suriye görüşmeleri, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin geliştirilmesine yönelik önemli bir adımdır. Görüşmelerin içeriğinde sınır güvenliği, terörle mücadele ve mülteci meselesi gibi başlıkların öne çıktığı anlaşılmaktadır. Bu süreç, Türkiye’nin bölgesel istikrarı önceleyen bir güvenlik mimarisi kurma arzusunu yansıtmaktadır.

Avrupa ile Temaslar: Yaptırımlar, Göç ve Enerji

Türkiye’nin İtalya, İrlanda ve Almanya gibi Avrupa ülkeleriyle yürüttüğü temaslar, hem Gazze bağlamında hem de göç ve enerji politikaları açısından önem taşımaktadır. Avrupa’nın İsrail’e yönelik tutumunda yaşanan kırılmalar, Türkiye’nin diplomatik söylemini daha etkili kılmakta; aynı zamanda enerji arz güvenliği ve göç yönetimi gibi konularda iş birliği zeminini genişletmektedir.

Çok Taraflılık ve Yeni Dış Politika Dili

Türkiye’nin son dönemdeki diplomatik hamleleri, klasik ikili ilişkilerin ötesine geçerek çok taraflı platformlarda etkin bir pozisyon alma çabasını yansıtmaktadır. BM Genel Kurulu, İİT, Arap Ligi ve bölgesel zirveler üzerinden yürütülen temaslar, Türkiye’nin normatif söylemle reel politikayı dengeleyen bir dış politika dili geliştirdiğini göstermektedir.

22 Eylül 2025 Pazartesi

2025’İN DİPLOMASİ TİYATROSU


 2025’te diplomasi artık bir çözüm aracı değil, bir poz verme pratiği. Haritalar sabit kalıyor ama anlamlar yer değiştiriyor. Uluslararası ilişkiler, sınırlarla değil sinirlerle yönetiliyor. Herkes hızlı çözüm istiyor ama kimse uzun vadeli akıl yürütmüyor. Sabır, strateji ve derinlik yerini gösterişe, kamuoyu hamlelerine ve dikkat ekonomisine bırakıyor. Harita sabit, ama hırslar gezegen değiştiriyor.

Amerika Birleşik Devletleri, Grönland’ı yeniden satın alma fikrini gündeme taşıyor. Bu, buz üstüne imza atmak değil; küresel vitrine çıkmak demek. Artık toprak değil, dikkat satın alınıyor. Grönland gibi bir coğrafya, stratejik değerinden çok sembolik anlamıyla pazarlanıyor. Bu çağda diplomasi, harita üzerinden değil, medya üzerinden yürütülüyor. Trump’ın bu hamlesi, klasik emperyal reflekslerin modern bir kamuoyu versiyonu. Sömürgecilik artık askeri değil, estetik bir mesele: kim daha iyi poz verir, kim daha çok görünür?

Avrupa ise Ukrayna dosyasını kapatmak istiyor ama kapağın altı hâlâ kaynıyor. Barış çağrıları, diplomatik nezaketin değil, stratejik tükenmişliğin ürünü. Fransa içe kapanıyor, Almanya sessizliğe gömülüyor. İç krizler dış politikayı susturuyor. Putin masada değil ama masayı kuran o. Ateşkes değil, zaman kazanma oyunu oynanıyor. Diplomasi, artık çözüm değil, tükenmişliğin makyajı. Avrupa’nın bu tavrı, aslında bir tür “unutma diplomasisi”: sorun çözülmüyor, sadece görünmez hâle getiriliyor.

Türkiye’nin güney sınırında ise oyun daha sessiz ama daha keskin. Suriye’deki sessizlik, yeni yönetimlerin eski oyunları sahneye koymasından ibaret. PKK zaman kazanıyor, bölge aktörleri pozisyon arıyor. Türkiye, bu sahnede figüran değil ama başrolü hâlâ kendi yazmak zorunda. Çünkü bu coğrafyada senaryo dışarıdan gelirse, sonuç içeriden yıkılır. Güvenlik önceliği, siyasi süreçten önce geliyor. Diplomasi, burada bir lüks değil, bir zorunluluk. Ama bu zorunluluk, çoğu zaman sessizlikle maskeleniyor.

2025’in diplomasi tablosu, aslında bir karakter testi. Kim sabırlı, kim stratejik, kim sadece gösterişli? Haritalar sabit kalabilir ama anlamlar yer değiştiriyor. Ve bu değişimde en büyük risk, karakterin kaybı. Çünkü diplomasi, sadece bilgi değil, duruş ister. Duruşu olmayan devlet, pozisyonu olan aktör olamaz. Uluslararası ilişkilerde artık en büyük eksiklik, sahici niyet. Herkes rol kesiyor ama kimse gerçeği söylemiyor. Bu yüzden diplomasi, çözüm değil, gösteri hâline geliyor.

Sonuç olarak, 2025’in diplomasi tiyatrosunda perde açık, oyuncular hazır, seyirci uyanık. Ama hâlâ eksik olan bir şey var: samimiyet. Çünkü sahne ne kadar büyük olursa olsun, karakteri olmayan bir oyun sadece gürültü üretir. Ve gürültüyle yönetilen bir dünya, sessizlikle çökebilir. Diplomasi yeniden tanımlanmalı: taşlamalı, ritimli ve karakterli bir duruşla. Sahici olanın sahneye çıkma vakti geldi. Artık senaryo değil, zemin değişmeli.


14 Eylül 2025 Pazar

TÜRKİSTAN (ORTA ASYA)’DA HÂKİMİYET MÜCADELESİ

 

Gün geçtikçe Türkistan (Orta Asya) coğrafyasında Rusya, Çin ve Amerika arasında hâkimiyet mücadelesi artarak devam ediyor. Özellikle Amerika’nın, Orta Doğu’dan, Orta Asya’ya yönelme politikalarına baktığımızda küresel güçler mücadelesinin Orta Asya’ya taşınacağını rahatlıkla görüyoruz.

Amerika’nın, Rusya – Ukrayna Savaşında, Ukrayna’yı finanse etmesi, Çin’in Orta Asya’da artan gücünü kırmaya çalışması ve bir taraftan da Türkiye’ye karşı sınır ötesindeki teröristleri desteklemesi yeni çatışma sahasının Orta Doğu’dan çok Türkistan’da yani Orta Asya’da belireceğini düşünüyorum.

Nıkkeı Asia haber sitesi editörü Andrew Sharp’ın köşe yazısına göre; “Donald Trump’ın Ocak ayında Beyaz Saray’a dönmesi, Asya hükümetlerini ve endüstri liderlerini şimdiden tedirgin ediyor. Seçilmiş başkanın dost ve düşmanlara genel tarifeler uygulama tehdidini yerine getirip getirmeyeceğini, doları zayıflatmaya çalışıp çalışmayacağını veya Japonya ve Güney Kore gibi müttefiklerden ABD birliklerine ev sahipliği yapmaları karşılığında daha fazla para çekip çekmeyeceğini kimse kesin olarak bilmiyor. Amerika’yı NATO’dan mı çekecek? Ukrayna’nın Rusya ile savaşında onu finanse etmeye devam mı edecek? Belki de Hint – Pasifik’teki güvenlik açısından en önemlisi, Çin ile bir çatışma durumunda Tayvan’ı mı destekleyecek?” (Ansrew Sharp, “What Does Trump’s Reelection Mean For Asiya?”, asia.nikkei.com, 30.11.2024)

Asya haber sitesinde yayınlanan bu köşe yazısında sorulara kesin cevaplar bulunamamış ancak dünyayı okuduğum kadarıyla şunu ifade edebilirim ki Amerika bu soruların hepsini uygulamaya koyacaktır.

Yani Amerika, Rusya – Ukrayna savaşında taraf olmaya devam edecek, Asya’daki devletlerden kendisine dost ve düşmanlar yaratacak. Hatta Türk Devletler Teşkilatındaki üye ülkelerin arasındaki sorunları bile kullanmaya çalışacaktır. Özellikle Fergana Vadisi’nin ve Hazar’ın Statüsünün ilerleyen aylarda gündeme yeniden gelmesi kaçınılmazdır. Yine Orta Asya’da Rusya’dan sonra kendisine en büyük rakip olarak gördüğü Çin’i ise kontrol altında tutmak için Güney Kore ve Japonya’daki askeri üslerine yatırım yapmaya devam edecektir. Ayrıca yeniden seçilen Trump, Çin’e karşı yeni bir ekip kurarak öncelikle Çin’deki Uygur Türkleri meselesi üzerinden gerilim yaratacağı ve daha sonra Hint – Pasifik olası bir çatışma noktasında Tayvan’ı destekleyeceği kanaatimce Amerika’nın Orta Asya politikaları arasında yer alacaktır.

Ancak Çin, Kuşak Yol Girişimi Projesi ile Asya sınırlarının güvenliğini sağlamak için kritik bir strateji olarak görmektedir. Ayrıca bu proje ile Çin, dünya genelinde ekonomik entegrasyonunu artırmayı, uluslararası ticarette etkin rol oynamayı ve küresel düzeyde ekonomik gücünü arttırmayı amaçlamaktadır. Ayrıca Çin, Kuşak Yol Girişimi Projesi ile Türk tarihindeki ticaret yollarından birisi olan İpek Yolu olarak adlandırılan bu yolu canlandırarak Çin’den Avrupa’ya demiryoluyla mal nakliyatı yapmayı hedeflemiş ve yeni yollar belirleyerek uluslararası arenada daha güçlü bir konum elde etmek istemiştir. Bu proje başta Çin’in sonra Türk Devletlerinin ekonomik kalkınmasına, jeopolitik konumuna ve siyasi durumuna etki etmiştir. (DİPAM, “Kuşak – Yol Girişimi Çerçevesinde Türk Devletleri Teşkilatının Rolü”, Sayı:48, Temmuz 2024,s.2)

Zaten Trump sadece Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki savaşı bitiren kişi olarak ortaya çıkmadı. Zengezur Koridorunu, ABD çıkarları için ele geçirmek ve oradan yapılacak olan ticarette ve yaşanan gelişmelerde pay sahibi olmaktı. Bunu da başardı.

Tüm bu gelişmeler karşısında böylece Amerika’nın ilerleyen aylarda Orta Asya’ya daha da ağırlık vermesi ve politika değişikliği yaparak yeni güç mücadelelerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır.

Buna karşı dikkatli olunmalıdır. Daha önceden de belirttiğim gibi 3. Dünya Savaşı Ortadoğu’dan değil Orta Asya (Türkistan)’dan başlayacaktır.   

31 Ağustos 2025 Pazar

TÜRK’ÜN AĞUSTOS DESTANI: ZAFERLE YAZILMIŞ TÜRK TAKVİMİ

 

Tarihi belgelerden öğrendiğimiz kadarıyla Ağustos ayına Türk milletinin kaderini değiştiren önemli savaşlar denk gelmiş ve bu nedenle  “Ağustos” zafer ayı olarak nitelendirilmiştir.

Ağustos ayı içerisinde Türk milleti Anadolu’yu kendisine yurt edinmek için 26 Ağustos 1071’de Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan komutasındaki Selçuklu Ordusu ile Doğu Roma İmparatoru Romen Diyojen komutasındaki Roma Ordusu arasında yapılan Malazgirt Meydan Muhaberesini Türklerin kazanmasıyla Anadolu’nun kapıları açılmıştır.

11 Ağustos 1473 Otlukbeli Savaşı’nda Fatih Sultan Mehmet, Akkoyunlu Uzun Hasan’ı yenmiştir. Böylece Anadolu’da Osmanlı Devleti üstünlüğü pekişmişti.

Yine 23 Ağustos 1516’da Mercidabık Savaşıyla Osmanlı Devleti, Memlüklüleri yenmişti. Suriye ve kutsal topraklar Osmanlı Devleti’ne geçmişti.

Ağustos ayı içerisinde Türklerin kazandığı diğer zaferlerden birisi olan 29 Ağustos 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad’ı fethetmesi olmuştur. Bundan 5 yıl sonra 29 Ağustos 1526 yılında yine Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı Ordusu ile Macaristan Kralı II. Layoş komutasındaki Macar Ordusu arasında yapılan Mohaç Meydan Muhaberesinde Osmanlı Ordusu, Macar Ordusunu iki saat gibi kısa bir sürede imha etmiş ve savaşı Osmanlı Ordusu kazanmıştır. Bu savaş en kısa sürede biten meydan muhaberesi olarak tarihe geçmiştir.   

Venediklilerin elinde bulunan ve Doğu Akdeniz’in en büyük adası konumunda olan Kıbrıs II. Selim’in emriyle Lala Mustafa Paşa tarafından 1 Ağustos 1571’de fethedilmiştir.

Osmanlı Devleti eski ihtişamlı yıllarından duraklamaya, gerilemeye ve en sonunda ise dağılma sürecine girmiş ve en sonunda işgale uğrayarak 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla fiilen sona ermiştir. Ardından Türk milletinin bağımsızlığını ve onurunu tamamen yok eden sözde barış antlaşması olan “Sevr Barış Antlaşması” 10 Ağustos 1920’de İstanbul Hükümeti tarafından imzalanmıştır. Fakat Milli Mücadelenin liderliğini üstlenen Mustafa Kemal ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Sevr’i bir paçavra olarak görmüş ve kabul etmemiştir. Hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi 19 Ağustos 1920’de bu antlaşmayı kabul edenleri ve imzalayanları “vatan haini” ilan etmiştir. Sevr’in tanınmaması ile birlikte bu paçavrayı kabul edenlerin ve imzalayanların TBMM tarafından vatan haini olarak ilan edilmesi de zafer ayı dediğimiz Ağustos ayına denk gelmiştir.

Tüm bu gelişmeler ışığında “Şark Planı” ile kurgulanan ve 13 Eylül 1683 yılında Türklerin Viyana’dan geri dönmesi ile başlayan ve 1699 Karlofça Antlaşmasıyla hızlanan geri çekilme süreci 238 yıl son Sakarya’da durdurulmuştur. Şark Planını hazırlayan küresel güçler bunu uygulamak için önlerinde tek sorun olarak gördükleri Türkleri imha etmek için tetikçi olarak Yunan Ordusunu Anadolu’ya göndermişlerdir. Mustafa Kemal’in 23 Ağustos 1921’de başlayan Sakarya Meydan Muhaberesinde “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz” emrini vermesiyle 22 gün 22 gece dünyanın en uzun süren meydan muhaberesi sonucunda Türk Ordusu 13 Eylül 1921’de Sakarya Irmağı’nın doğusundan Yunan Kuvvetlerini temizlemiştir. Böylece 238 yıllık geri çekiliş yerini taarruza bırakmış ve hazırlıklar 1922 yılının Ağustos ayına kadar sürmüştür. Mustafa Kemal’in Başkomutanlığını yaptığı Türk Ordusu 26 Ağustos 1922’de düşmana taarruza kalkmış ve 30 Ağustos da Dumlupınar’da vurulan darbe sonucu Yunan Ordusu kaçmaya başlamıştır. Bunun üzerine Başkomutan Mustafa Kemal, “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini vererek Türk Ordusu, Yunan Ordusunu kovalamaya başlamış ve iki yüz bin civarındaki Yunan Ordusunun tamamı neredeyse imha edilmiş, geri kalanlar 9 Eylül 1922’de denize dökülmüş ve canını zar zor kurtaran az bir grupta gemilere binerek Atina’ya kaçmıştır.

Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Lozan Antlaşması ile dünyaya ilan edilmiş ve tanıttırılmıştır. Ancak bağımsız Türkiye’nin kurulmasından sonra küresel güçler Anadolu’yu ve üzerinde kurulu Türk devletini ve bu devleti kuran Türk milletini asla ve asla rahat bırakmamışlardır. Her fırsatta Türkiye’ye güç ve enerji kaybettirmek için ellerinden geleni yapanlar en son 15 Temmuz 2016 günü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içine sızan FETÖ Terör Örgütü militanları tarafından darbe kalkışması yapılmıştır. Başta seçilmiş hükümet olmak ile birlikte Türk vatanı ve Türk milleti hedef alınarak Mete Han’dan beri sistemli bir ordu yapısına sahip olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin imajı ve saygınlığı yıpratılmak istenmiştir. Ancak Türk milleti büyük bir feraset örneği göstererek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içine sızmış hainler ile tamamen yerli ve milli, Anadolu’nun asil evlatları olan askerleri çok iyi ayırt ederek, “Peygamber Ocağı”, “Muhammed’in Ordusu”, “Mehmetçik” diye adlandırılan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni topyekun zan altında bırakmamış ve her daim askerlerinin yanında yer almıştır.

Darbe kalkışmasından sonra yapılan ihraçlar sonrası dünya devletleri Türk Silahlı Kuvvetlerinin toparlanamayacağını düşünmüştü. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta kademesinde kadro açığı oluşmuştu. Ancak buna rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri 40 gün gibi kısa bir sürede toparlanarak zafer ayı olarak nitelendirilen Ağustos ayında Cerablus’u DEAŞ Terör Örgütünden temizlemek amacıyla 24 Ağustos 2016 sabaha karşı 04.00’da sınır ötesi harekâta başlamış ve bu harekâta “Fırat Kalkanı” adı verilmiştir. Fırat Kalkanı Operasyonun ardından yapılan sınır ötesi operasyonlara zemin hazırlamış Türkiye sınırları boyunca bulunan DEAŞ, PKK, YPG, PYD vb. terör örgütü militanları imha edilmiştir.

Sonuç itibariyle Ağustos ayı Türk milletinin geçmişinin, bugününün zafer ayı olmakla ile birlikte belki de gelecekte kazanacağı zaferleri anıldığı ay olacaktır. Bu vesile ile Ağustos ayında kazandığımız zaferlerle birlikte 30 Ağustos Zafer Bayramımızı kutlar başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile silah arkadaşlarını ve tüm şehitlerimizi rahmet ve minnet ile yâd ediyorum.   

 

29 Ağustos 2025 Cuma

TÜRKİYE’NİN YENİ DİPLOMASİ HARİTASI

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, uluslararası satranç tahtasında bir hamleyle daha gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin ile gerçekleştirdiği telefon görüşmesi, sadece iki liderin diyaloğu değil; aynı zamanda Türkiye’nin jeopolitik stratejisini yeniden belirleme çabasıdır. Ukrayna’daki savaşın geldiği nokta ve Karadeniz’deki stratejik dengeler ayrıca tahıl koridorunun geleceği gibi başlıklar, bu görüşmelerin ana maddelerini oluşturmaktadır. Peki, Türkiye bu uluslararası satrançta arabulucu mu, yoksa yeni bir bölgesel aktör mü?

Aslına bakıldığında Türkiye, Karadeniz’in dalgaları arasında bir denge gemisi gibi ilerliyor. Ne Batı’nın rüzgârına tam yelken açıyor ne de Doğu’nun limanına demir atıyor. Erdoğan – Putin görüşmesi Türkiye’nin stratejisini yeniden belirleme amacı olabilir. Ancak mesele yalnızca diplomatik temas değil; bu temasın arkasında yatan tarihsel hafıza, jeopolitik refleks ve medeniyet iddiası göz ardı edilemez. Bu nedenle Türkiye, sadece bir aktör değil, aynı zamanda bölgesel güç olduğu iddiasını yeniden hatırlatıyor.

Kanaatimce iki liderin görüşmesinden şu anlam ortaya çıkmaktadır:

Rusya’nın Avrasyacı stratejisi ile Türkiye’nin çok eksenli dış politika stratejisi sahada zaman zaman benzerlik gösterse de özünde farklı bir bakış açısına dayanır. Bu nedenle Türkiye, kendi tarihsel derinliğini ve bölgesel sorumluluğunu merkeze alarak ne bir denge unsuru ne de bir tampon bölge konumunda olmakla yetinmek istemiyor. Böylece Türkiye “tampon bölge” değil bölgesel güç yani “stratejik güç” olma iddiasını pekiştirmek istiyor.

Ancak bu iddiaların gerçekleşmesi yalnızca diplomasiyle değil, içerideki zihinsel berraklıkla mümkündür. Türkiye’nin dış politikadaki stratejilerini uygulayabilmesi için öncelikle içerideki zihniyet ile örtüşmesi ayrıca tarihsel sorumluluk bilincinin oluşturulmasıyla birlikte kamuoyu desteği bu sürece anlam kazandırır. Aksi hâlde, görüşmeler yalnızca protokol fotoğraflarına indirgenir; oysa mesele, fotoğrafın arkasındaki fikri çerçeveyi inşa etmektir.

Türkiye gücünü uluslararası arenada ispatlamaya çalışmakla birlikte son yıllarda dış politikasını sadece güvenlik eksenli olarak değil aynı zamanda fikirsel derinliği olan stratejik bir diplomasi metoduyla da şekillendirmeye çalışmaktadır.

Dolasıyla bu temas Türkiye’nin bölgesel konumunu yeniden tanımlama ve aktifleştirme çabasının yanında güncel bir dış politika vizyonunun yansımasıdır. Bu nedenle mesele yalnızca diplomatik denge değil; strateji üretme kapasitesiyle bölgesel güç olarak “ben de varım” diyerek sahada var olmaktır.  

22 Ağustos 2025 Cuma

FİLİSTİN MESELESİ VE ÇİFTE STANDARTLAR: BATI’NIN VİCDANI NEREDE?

 

FİLİSTİN MESELESİ VE ÇİFTE STANDARTLAR: BATI’NIN VİCDANI NEREDE?

Filistin adı duyulunca insanın kalbinde bir şeyler titrer. Açlıktan yorgun düşmüş her yaştan bedenler ve özellikle açlığa dayanamayıp bayılan ve hayatını kaybeden yaşlılar ve çocuklar, evleri yapılan bombalamalarla başına yıkılanlar ve en trajiği ise elinde emziğinden başka bir şey olmayan çocukların İsrail askerleri tarafından barbarca katledilmesidir. Daha da trajik olanı nedir diye sorarsınız o da dünyanın gözü önünde bu kadar vahşet yapılırken Müslüman ülkelerin, kendilerini süper güç olarak tanımlayan ya da medeni olarak pazarlayan Avrupalı devletlerin ses çıkarmamasıdır. İşte ben bu vahşete ve dünyanın vahşetler karşısında sessiz kalmasına herhangi bir tanım bulamadım. İsrail’in barbarlığına karşı dünya resmen kör, sağır ve dilsiz olmuş. Bebekler, çocuklar, yaşlılar, suçu ve günahı olmayan siviller ve yerleşim yerleri, hastaneler, ibadethaneler, okullar her yer bilerek istenerek hedef alınarak İsrail askerleri tarafından vurulmaktadır. Dünyanın gözü önünde soykırım yapılmaktadır. Fakat dünya her zaman ileri sürdüğü “İnsan Hakları”nı, Filistin’e gelince uygulamamaktadır.

Sahi “İnsan Hakları” kavramı gerçekten evrensel mi? Batı’nın hiç dilinden düşürmediği özgürlük ve adalet söylemleri ile İsrail’in, Filistin’de uyguladığı katliamlar ve soykırımlara karşı Batı’nın takındığı tavır ve yaklaşımları arasında bir uçurum yok mu?

Yazıma şöyle devam edeyim ki sorduğum soruyu da bir nebze cevaplamış olayım. Dünya özellikle Amerika ve Avrupa Filistin meselesine karşı net bir duruş sergileyememesinin yanında Rusya – Ukrayna Savaşı’nda, Rusya’ya güçlü yaptırımlar uygulanmış ve Ukrayna’ya destekler verilmiş ve halen daha bu verilen destekler devam edilmektedir. Aynı Avrupa onlarca yıl süren Filistin’in işgali karşısında sessiz kalmış ve yapılan katliamlara ve soykırıma göz yummuş ve halen daha bu tutumlarına devam etmektedirler.

Buradan çıkan sonuca göre demek ki insan hakları evrensel değilmiş, özgürlük ve adalet kavramları mazlum ülkelere orada yaşayan! Mazlum milletlere uygulanmıyormuş. Bu nedenle çifte standart uygulanıyormuş. Bu durum Batı’nın aylardır süren Ukrayna’nın ve Filistin’in işgallerine olan yaklaşımlarından bariz anlaşılmaktadır.

Hatta dünya basınında Filistin’in başına gelen olaylar ile Ukrayna’nın başına gelen olayların sunuş biçimleri bile farklılık göstermektedir. Bir tarafta işgale karşı “direniş” diye ifade edilirken diğer tarafta işgale direnenlere karşı “terörist” etiketi yapıştırılmaktadır.       

 

Anadolu Ajansı’nın haberine göre The Electronic İntifada Web Sitesinin Kurucusu, Gazeteci ve Aktivist Ali Abunimah’ın Batı Medyasının ikiyüzlülüğünü şu şekilde ortaya koymuştur:

“İsrail – Filistin çatışmasıyla ilgili haberlerde genel olarak kullanılan ifade “Filistin Sorunu”dur. Sanki burada Filistin bir sorun bir engel olarak lanse edilmiş ve İsrail’in katliamlarına meşruluk kazandırılmak istenmiştir. Yine Batı Medyası, Filistinlilerin eylemlerini tanımlarken “Terörist, Militan, Roket Saldırıları” ifadelerini kullanırken, İsrail’in katliamlarına karşı ise “Meşru Müdafaa, Misilleme” gibi masumane ifadeler kullanılmıştır.”[1]

Fakat Rusya – Ukrayna Savaşında ise Batı Medyası bu savaşı neredeyse anlık olarak aktarmış ve sivil kayıplardan bahsederek Ukrayna’da yaşananları “İnsani Dram” olarak manşetlerine taşımıştır. BBC, CNN International, Washington Post, The Guardian, NewYork Times Reuters gibi Batı Medyası Ukrayna’da hayatını kaybeden çocuklar için “Rusya tarafından öldürülen çocuklar” ibaresini kullanmaktan çekinmezken aynı konu Filistin’deki çocuklar olunca sadece “öldü” ibaresini kullanması Batı Medyasının ikiyüzlülüğünü resmen göstermiştir.[2]

Batı’nın medyası ikiyüzlülüğünün yanı sıra Uluslararası Kurumların Tutarsızlığı da ayrı bir sorun teşkil etmektedir. Özellikle Birleşmiş Milletler Kararları ve İsrail’in uygulamaları arasındaki uçurum yine Avrupa Birliği’nin retorik olarak barış yanlısı olması fakat fiiliyatta etkisiz bir tutum izlemesi Filistin’de yaşananlara karşı ne kadar duyarlı! olduğunu gözler önüne sermektedir.

Birleşmiş Milletlerde İsrail – Filistin Meselesinin Çözümüne yönelik adımlar atılmış olsa da İsrail bu atılan adımların hiç birisini uygulamamıştır.

Özellikle 7 Ekim 2023 tarihinden itibaren İsrail tarafından Filistin’e yönelik başlatılan katliamlar sebebiyle dünyanın gözü Filistin’e çevrilmiş ve birçok sivilin katledilmesiyle uluslararası toplum harekete geçmiştir. Bununla birlikte 17 Ekim 2023 tarihinde 15 üyeli Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Rusya’nın sunduğu İsrail – Filistin çatışmasıyla ilgili karar tasarısının oylanmasıyla üst seviyeye ulaşmıştır.[3]

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın hazırladığı yayına göre ise:

“Ateşkes çağrısının reddedilmesi, uluslararası toplumda tepkilerin daha da büyümesine neden olmuştur. 28 Ekim 2023 tarihinde, 193 üyeli Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10. Acil Özel Oturumunda, Gazze’de yaşanan vahşetle ilgili sunulan “Sivillerin Korunması ve Yasal ve İnsani Yükümlülüklerin Yerine Getirilmesi” başlıklı karar tasarısı, geniş bir destekle kabul edilmiştir.”[4]  

Ayrıca:

“15 Kasım 2023 tarihinde BM Güvenlik Konseyi tarafından Gazze’de süren çatışmalara “acil ve uzatılmış ara verilmesi” talebinin yer aldığı karar tasarısı kabul edilmiştir. Bölgede şiddetini giderek arttıran insani yardım sorusuna yönelik olarak 22 Aralık 2023 tarihinde Gazze’de genişletilmiş insani yardımların kesintisiz ve güvenli erişimi için “acil adım atılması” talep edilen karar tasarısı BM Güvenlik Konseyi’nce kabul edilmiştir. 15 üyeli BM Güvenlik Konseyi’nin geçici  üyeleri Cezayir, Ekvator, Guyana, Japonya, Malta, Mozambik, Güney Kore, Sierra Leone, Slovenya ve İsviçre tarafından hazırlanan, Gazze’de kalıcı ve sürdürülebilir ateşkese dönüşecek şekilde, ramazan ayında acilen ateşkes sağlanmasının talep edildiği karar tasarısı, 25 Mart 2024’te oylanmış ve kabul edilmiştir. İsrail’in Gazze Şeridi’ne başlattığı saldırılardan bu yana Güvenlik Konseyi’nin ilk açık ateşkes çağrısı olma özelliğini taşıyan kararda, sivillere ve sivil nesnelere yönelik tüm şiddet, düşmanlık ve terör eylemleri şiddetle kınanmıştır. 5 Nisan 2024 tarihli BM İnsan Hakları Konseyi’nin 55. Oturumunda “Doğu Kudüs Dahil İşgal Altındaki Filistin Topraklarında İnsan Hakları Durumu ve Hesap Verebilirlik İle Adaleti Sağlama Yükümlülüğü” başlıklı karar tasarısı oylanmıştır. Türkiye’nin de ortak sunucuları arasında yer aldığı ve İslam İşbirliği Teşkilatı tarafından sunulan karar tasarısı, 47 üyeli konseydeki oylamada 28’e karşı 6 oyla kabul edilmiştir. Oylamada 13 ülke çekimser kamıştır.”[5]

Görüldüğü üzere Birlemiş Milletlerde alınan kararlara rağmen İsrail tam tersi bir tutum izlemiş ve katliamlarına devam etmiştir. Birleşmiş Milletler ise bu konuda sadece tasarı hazırlamak ve kınamaktan öte bir yaptırım uygulamamıştır. Ancak aynı şeyi Rusya – Ukrayna Savaşı’nda söylemek mümkün değildir. Bu savaş başladığı andan itibaren Rusya’ya çeşitli ambargolar uygulanmış ve Avrupa Devletleri net bir tavır sergileyerek Ukrayna’ya her türlü yardımlarda bulunmuşlardır. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Rusya – Ukrayna Savaşı’nda resmen tarafken İsrail – Filistin meselesinde, Gazze’de katledilen çocuklar için net bir tavır sergilememiştir. Hatta BM toplantılarında alınan kararlarda hep ret oyu kullanmıştır.

Bu durum başta Amerika gibi devletlerin ve Birleşmiş Milletlerin ne derece adil ve güvenilir olduğunun sorgulanması gerektiğini bir kez daha ortaya koymuştur. Uygulanan bu çifte standart insanlık adına utanç vesikası olarak tarihe geçmiştir. Üstelik BM Milletler haricinde Güney Afrika’nın açtığı soykırım davasında Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonlarını durdurması gerektiği ile ilgili hüküm verirken yine de hüküm uygulanmamış ve uluslararası toplum Filistin konusunda işlevsiz kalmıştır.

İsrail ne BM Tasarısı Kararlarını ne de Uluslararası Adalet Divanı kararlarını uygulamayarak uluslararası hukuku da hiçe saydığını göstermiştir. Böylece Dünya’nın gözü önünde yapılan katliamlar ve soykırım süreci İsrail’in hukuk tanımazlığı ile birlikte devam etmektedir. Ne yazık ki Batı Medyası ve devletleri bu hukuksuzluğa da ses çıkarmamakla bu katliamlara ortak olmaktadırlar.

Aynı tutumu Ukrayna meselesinde takınmayan en başta Batı medyası ve devletlerine şu soruyu sormak gereklidir. “Vicdan coğrafi midir?”

Yine bu kadar Müslüman ülke varken ve kardeşleri Filistin’de katledilirken “Rahat uyumak caiz midir?”

Bu soruların cevaplarının hakkaniyetle verildiği gün Filistin’in kurtulduğu gündür.

 



[1] Gülçin Kazan Döger, “Batı Medyası Kullandığı Dil ve Anlatımla İsrail’in İşlediği Suçların Üstünü Örtüyor”, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bati-medyasi-kullandigi-dil-ve-anlatimla-israilin-isledigi-suclarin-ustunu-ortuyor/3247518#, Erişim Tarihi: 05.08.2025.

[2] Hilal Ceren Kara, “Batı Medyası Bildiğiniz Gibi: Ukrayna’da İnsani Dram, Gazze’de Terörle Mücadele”, Kriter Dergisi, https://kriterdergi.com/dosya-filistin-2/bati-medyasi-bildiginiz-gibi-ukraynada-insani-dram-gazzede-terorle-mucadele, Erişim Tarihi: 06.08.2025

[3] “Filistin Davamız”, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2024, s.375.

[4] “Filistin Davamız”, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2024, s.375

[5] “Filistin Davamız”, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2024, s.377.

13 Mayıs 2025 Salı

ZİHİNSEL GÜÇ: LİDERLER NASIL MOTİVE OLUR?

 


Yeni Kitabım olan "ZİHİNSEL GÜÇ: LİDERLER NASIL MOTİVE OLUR?" adlı eserim SHOPİER'de E-KİTAP olarak yayınlanmıştır. 
Fiyatı 50 olarak belirlendi ve anında bilgisayarınıza, telefonunuza indirebileceğiniz formata dönüştürüldü. 

Kitabıma ulaşmak için linke tıklayınız: https://www.shopier.com/35958151

19 Nisan 2025 Cumartesi

KÜRESEL GÜÇLERİN YENİ ÇATIŞMA SAHASI TÜRKİSTAN (ORTA ASYA)

 








“Tarihe not düşüyorum. 3. Dünya Savaşı

                               Orta Doğu’dan  değil Orta Asya’dan başlayacaktır.

Tarih Bilim Uzmanı ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı

Kubilay Muhammet Özdemir”

 

Küresel güçler coğrafi keşifler yapıldığı süreçte Afrika’yı çatışma ve sömürü kıtası haline dönüştürmüştü. Afrika kıtasından yıllar sonra ise Ortadoğu bölgesi, küresel güçlerin çatışma ve sömürü sahası haline getirilmişti. Şimdi ise bu süreç Türkistan yani Rus tarihçilerin Türkistan denilmesin diye uydurdukları Orta Asya bölgesi için yapılmaya çalışılacaktır.

Türklerin ilk bilinen devleti Asya Hun Devletinden itibaren ve Büyük Türkiye olarak adlandırılan Türkistan coğrafyasına hükmeden Türkler, günümüzde de bu bölgede kalan soydaşlarıyla bağlarını koparmamıştır.

Günümüzde özellikle Türkiye’nin liderliğinde kurulan Türk Devletler Teşkilatı ve dolayısıyla Türk Birliğinin faaliyete geçirilmesiyle soydaşlarımızla bağlarımız daha da güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Bunun akabinde ortak bir alfabenin, marşın, askeri gücün, ticaretin ve para fonunun oluşturulması gündemdeyken Türkistan’da yeni çatışma sahalarının oluşturulmaya çalışılması tesadüf müdür?

Özellikle ABD Başkanı Trump önceki başkanlığı döneminde Suriye’den tamamen Amerikan askerlerini çekmek istemiş fakat üst düzey yetkililer ve komuta kademesinin isteksizliği nedeniyle bu görüşünden vazgeçmişti. Amerikan askerlerini tamamen çekmek yerine Suriye’deki asker sayısını azaltmakla yetinmişti.

Kanaatimce Trump yeni başkanlık döneminde Amerikan askerlerini Ortadoğu’dan tamamen çekecek ve Türkistan’daki çatışmalarda devreye sokacaktır. Fakat bu bölgede Rusya ve Uzak Asya’da Çin gibi devletler varken ve yine Türkiye’nin öncülüğünde kurulan Türk Devletler Teşkilatıyla tüm Türk devletleri birleşmişken Trump yönetimi Asya’da, ABD askerlerini sıcak bir çatışma içerisine sokar mı? Tabi ki de hayır. Ancak şu da gözden kaçırılmamalıdır ki ABD’nin Orta Asya’da hem askeri üsleri hem de şirketleri bulunmaktadır. Bunun iki temel sebebi olduğunu düşünüyorum. Birincisi bölgede Rusya ve Çin gibi devletleri kontrol altına alıp hareket kabiliyetini kısıtlamak, ikincisi ise Türkistan coğrafyasında Amerika olarak etkinliğini arttırmaktır. Bu süreçte devletlerarasında sıcak bir çatışma olmayacaktır.

Peki bahsettiğim sıcak çatışmalar nasıl başlayacak?

Küresel güçlerin her zamanki uyguladığı politika sonrası yaşanacak. Önce o bölgede terörizm etkin rol oynayacak, bölge karışacak, o bölgedeki devletlerde iç karışıklıklar, parçalanmalar meydana gelecek ve daha sonra karışan bölgeye ve devletlere demokrasi, yardım ve insan hakları götürüyoruz denilerek müdahalelerde bulunulacaktır. İşte o zaman devletlerarası çıkar çatışmaları başlayınca sıcak çatışmalar meydana gelecektir.

Türkistan coğrafyasında tahmin ettiğim iç karışıklık ise 2013 yılında dünya gündeminde kendinden söz ettiren ve Suriye’nin Rakka şehrini ele geçirerek sözde Irak Şam İslam Devleti’ni kurduğunu ilan eden ve adını DEAŞ olarak öğrendiğimiz terör örgütü ile olacaktır. Özellikle bu terör örgütü 2014 yılında Irak’ın Felluce ve Musul gibi şehirlerini ele geçirdikten sonra terör örgütü, devletleşme iddiasıyla ortaya çıkmış ve belirli bir toprak parçasını ele geçirerek bu iddiasını hayata geçirmeye başlamıştı. Fakat 2016 yılından itibaren ele geçirdiği belli alanları kaybetmiş ve örgüt başta Suriye olmak üzere Irak’ta zayıflamaya başlamıştır. Bu örgütün çökertilmesi ve yok edilmesi hiç şüphesiz DEAŞ Terör Örgütü ile göğüs göğüse muharebe eden tek ordu olan Türk Silahlı Kuvvetleri sayesinde olmuştur. Çünkü Türkiye, Fırat Kalkanı Harekâtı ve sonraki harekâtlarla başta DEAŞ olmak üzere tüm terörist unsurları etkisiz hale getirmek için sınır ötesi operasyonlar yapmıştır ve halen bu operasyonlar devam etmektedir.

DEAŞ Terör Örgütünün 2018 yılı itibarıyla Orta Doğu’daki örgüt yapısı dağılmış ve bunun sonucunda örgüt Afganistan – Pakistan ve Afrika bölgelerine doğru kaymıştır. Türkistan coğrafyasını ilgilendiren kısım ise bu örgütün 2015 yılında Afganistan’da kurulması ve terör örgütünün yapılanma adı DEAŞ / Horasan olmasıydı.

Milli İstihbarat Akademisi’nin “Terörizmle Mücadele ve Türkiye: DEAŞ/ Horasan Yapılanması” adlı raporunda bu terör örgütünün adı ile alakalı aynen şu ifadeler yer almaktadır:

“Grubun kendi adını “Horasan” olarak tanımlaması hem coğrafi hâkimiyet açısından hedeflerini somutlaştırdığını hem de özellikle eleman temini açısından Orta Asya’ya odaklandığını göstermektedir. Türk dünyası için de birçok açıdan önem arz eden bir bölgeyi isminde kullanmayı tercih etmesi, terör örgütünün özellikle Orta Asya’da hedef almak istediği alanı nasıl anlamlandırdığının anlaşılması açısından da dikkate değerlidir.” (“Terörizmle Mücadele ve Türkiye: DEAŞ/Horasan Yapılanması”, Milli İstihbarat Akademisi, Rapor, Ankara - 17.05.2024.,s.12)  

Bu nedenle Türkistan coğrafyası önce DEAŞ Terör Örgütü ile karıştırılmak istenecek ve sonrasında her zamanki bildik senaryolar karşımıza çıkarak bölgeye ve bölgede iç karışıklıklarla zayıflamış olan devletlere müdahaleler gerçekleşecektir.

Kanaatimce bu müdahaleler Orta Doğu’daki ülkelerin kabul etmesi gibi olmayacaktır ve Türkistan coğrafyasında ters tepip 3. Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olacaktır.

Önceki yazımda “Ne dersiniz? Sona yaklaşarak bir Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru gidiyor muyuz?” diye sormuştum.

Bu yazımda cevabını veriyorum.

3. Dünya Savaşı, Ortadoğu’dan değil Orta Asya (Türkistan)’dan başlayacaktır.

 


14 Ocak 2025 Salı

TEŞKİLAT-I MAHSUSA’NIN FEDAİSİ YAKUP CEMİL KİMDİR?

 

Yakup Cemil, Teşkilat-ı Mahsusa'nın önemli bir üyesiydi. 1883 yılında İstanbul'da doğan Yakup Cemil, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde faaliyet gösteren gizli istihbarat teşkilatı Teşkilat-ı Mahsusa'nın fedai subaylarından biriydi. Askeri eğitimini tamamladıktan sonra, genç yaşta bu gizli örgüte katılarak kısa sürede önemli görevler üstlendi.

Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı sırasında çeşitli gizli görevlerde yer aldı. Özellikle Kafkas Cephesi'nde Rus ordusuna karşı gerçekleştirilen operasyonlarda aktif rol oynadı. Bu operasyonlar sırasında, düşman hatlarına sızma, istihbarat toplama ve sabotaj faaliyetlerinde bulundu. Yakup Cemil'in bu görevlerdeki başarıları, onu Teşkilat-ı Mahsusa içinde saygın bir konuma yükseltti.

Yakup Cemil, cesur ve gözü kara kişiliğiyle tanınırdı. Tehlikeli görevleri tereddüt etmeden üstlenir, çoğu zaman imkansız görünen hedeflere ulaşmayı başarırdı. Ancak bu özellikleri zaman zaman sorun yaratırdı. Disipline gelmeyen yapısı ve ani kararlar alması, üstleriyle sık sık anlaşmazlığa düşmesine neden olurdu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde, siyasi çalkantılar ve iç çekişmeler artmıştı. Bu ortamda Yakup Cemil, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ileri gelenleriyle yaşadığı anlaşmazlıklar sonucunda, giderek yalnızlaştı. 1916 yılında, savaşın gidişatından memnun olmayan bir grup subayın desteğini alarak, Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa'ya suikast planladığı iddia edildi.

Bu iddialar üzerine tutuklanan Yakup Cemil, kısa bir yargılama sürecinin ardından idam cezasına çarptırıldı. 11 Eylül 1916'da Beyoğlu'ndaki Merkez Komutanlığı'nın bahçesinde idam edilen Yakup Cemil'in son sözlerinin "Yaşasın vatan!" olduğu rivayet edilir.

Yakup Cemil'in hayatı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerindeki karmaşık siyasi ortamı ve gizli faaliyetleri yansıtan ilginç bir örnek teşkil eder. Onun hikayesi, vatanseverlik, cesaret ve sadakat gibi kavramların, siyasi çalkantılar ve kişisel hırslarla nasıl iç içe geçebileceğini gösterir. Bugün hala tartışılan bir figür olan Yakup Cemil, Türk tarihinin en çalkantılı dönemlerinden birinin canlı bir tanığı olarak kabul edilir.

11 Ocak 2025 Cumartesi

İBNÜL ARABİ KİMDİR?

 

İbnül Arabi, tam adıyla Muhyiddin İbn Arabi, 12. ve 13. yüzyıllarda yaşamış önemli bir İslam düşünürü, mutasavvıf ve filozoftur. 1165 yılında İspanya'nın Murcia şehrinde doğmuş ve 1240 yılında Şam'da vefat etmiştir. Endülüs'te doğup büyüyen İbnül Arabi, gençlik yıllarında çeşitli İslam bilimlerini öğrenmiş ve tasavvufa yönelmiştir.

İbnül Arabi, tasavvuf düşüncesinde "vahdet-i vücud" (varlığın birliği) öğretisiyle tanınır. Bu öğreti, tüm varlığın tek bir kaynaktan geldiğini ve aslında her şeyin Allah'ın tecellisi olduğunu savunur. Vahdet-i vücud anlayışı, evrendeki çokluğun aslında tek bir hakikatin farklı görünümleri olduğunu ileri sürer. Bu düşünce, İslam tasavvufunda derin izler bırakmış ve sonraki nesilleri etkilemiştir.

Eserleri arasında "Füsûsü'l-Hikem" ve "el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye" en önemlileri olarak kabul edilir. "Füsûsü'l-Hikem" (Hikmetlerin Özü), peygamberlerin hayatları üzerinden tasavvufi düşünceleri açıklayan bir eserdir. "el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye" (Mekke Fetihleri) ise İbnül Arabi'nin en kapsamlı eseri olup, tasavvuf, fıkıh, kelam ve tefsir gibi İslami ilimlerin geniş bir yelpazesini içerir. Bu eserlerinde İslam tasavvufunun temel kavramlarını derinlemesine incelemiş ve yorumlamıştır.

İbnül Arabi'nin düşünceleri, kendisinden sonraki İslam düşüncesini ve tasavvuf geleneğini derinden etkilemiştir. Onun fikirleri, sadece İslam dünyasında değil, aynı zamanda Batı felsefesi ve mistisizminde de yankı bulmuştur. Özellikle varlık anlayışı, insan-ı kâmil (mükemmel insan) kavramı ve marifet (ilahi bilgi) teorisi, sonraki dönemlerde birçok düşünür ve mutasavvıf tarafından ele alınmış ve geliştirilmiştir.

İbnül Arabi'nin öğretileri, bazı çevrelerce tartışmalı bulunsa da, onun İslam düşünce tarihindeki yeri ve önemi tartışılmazdır. Kendisine "Şeyhü'l-Ekber" (En Büyük Şeyh) unvanı verilmiş olup, bu unvan onun İslam tasavvufundaki saygın konumunu göstermektedir. Günümüzde de İbnül Arabi'nin eserleri ve düşünceleri üzerine yapılan çalışmalar devam etmekte, onun fikirleri modern çağda yeniden yorumlanmakta ve tartışılmaktadır.

Diğer Yayınlar