31 Ağustos 2025 Pazar

TÜRK’ÜN AĞUSTOS DESTANI: ZAFERLE YAZILMIŞ TÜRK TAKVİMİ

 

Tarihi belgelerden öğrendiğimiz kadarıyla Ağustos ayına Türk milletinin kaderini değiştiren önemli savaşlar denk gelmiş ve bu nedenle  “Ağustos” zafer ayı olarak nitelendirilmiştir.

Ağustos ayı içerisinde Türk milleti Anadolu’yu kendisine yurt edinmek için 26 Ağustos 1071’de Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan komutasındaki Selçuklu Ordusu ile Doğu Roma İmparatoru Romen Diyojen komutasındaki Roma Ordusu arasında yapılan Malazgirt Meydan Muhaberesini Türklerin kazanmasıyla Anadolu’nun kapıları açılmıştır.

11 Ağustos 1473 Otlukbeli Savaşı’nda Fatih Sultan Mehmet, Akkoyunlu Uzun Hasan’ı yenmiştir. Böylece Anadolu’da Osmanlı Devleti üstünlüğü pekişmişti.

Yine 23 Ağustos 1516’da Mercidabık Savaşıyla Osmanlı Devleti, Memlüklüleri yenmişti. Suriye ve kutsal topraklar Osmanlı Devleti’ne geçmişti.

Ağustos ayı içerisinde Türklerin kazandığı diğer zaferlerden birisi olan 29 Ağustos 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad’ı fethetmesi olmuştur. Bundan 5 yıl sonra 29 Ağustos 1526 yılında yine Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı Ordusu ile Macaristan Kralı II. Layoş komutasındaki Macar Ordusu arasında yapılan Mohaç Meydan Muhaberesinde Osmanlı Ordusu, Macar Ordusunu iki saat gibi kısa bir sürede imha etmiş ve savaşı Osmanlı Ordusu kazanmıştır. Bu savaş en kısa sürede biten meydan muhaberesi olarak tarihe geçmiştir.   

Venediklilerin elinde bulunan ve Doğu Akdeniz’in en büyük adası konumunda olan Kıbrıs II. Selim’in emriyle Lala Mustafa Paşa tarafından 1 Ağustos 1571’de fethedilmiştir.

Osmanlı Devleti eski ihtişamlı yıllarından duraklamaya, gerilemeye ve en sonunda ise dağılma sürecine girmiş ve en sonunda işgale uğrayarak 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla fiilen sona ermiştir. Ardından Türk milletinin bağımsızlığını ve onurunu tamamen yok eden sözde barış antlaşması olan “Sevr Barış Antlaşması” 10 Ağustos 1920’de İstanbul Hükümeti tarafından imzalanmıştır. Fakat Milli Mücadelenin liderliğini üstlenen Mustafa Kemal ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Sevr’i bir paçavra olarak görmüş ve kabul etmemiştir. Hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi 19 Ağustos 1920’de bu antlaşmayı kabul edenleri ve imzalayanları “vatan haini” ilan etmiştir. Sevr’in tanınmaması ile birlikte bu paçavrayı kabul edenlerin ve imzalayanların TBMM tarafından vatan haini olarak ilan edilmesi de zafer ayı dediğimiz Ağustos ayına denk gelmiştir.

Tüm bu gelişmeler ışığında “Şark Planı” ile kurgulanan ve 13 Eylül 1683 yılında Türklerin Viyana’dan geri dönmesi ile başlayan ve 1699 Karlofça Antlaşmasıyla hızlanan geri çekilme süreci 238 yıl son Sakarya’da durdurulmuştur. Şark Planını hazırlayan küresel güçler bunu uygulamak için önlerinde tek sorun olarak gördükleri Türkleri imha etmek için tetikçi olarak Yunan Ordusunu Anadolu’ya göndermişlerdir. Mustafa Kemal’in 23 Ağustos 1921’de başlayan Sakarya Meydan Muhaberesinde “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz” emrini vermesiyle 22 gün 22 gece dünyanın en uzun süren meydan muhaberesi sonucunda Türk Ordusu 13 Eylül 1921’de Sakarya Irmağı’nın doğusundan Yunan Kuvvetlerini temizlemiştir. Böylece 238 yıllık geri çekiliş yerini taarruza bırakmış ve hazırlıklar 1922 yılının Ağustos ayına kadar sürmüştür. Mustafa Kemal’in Başkomutanlığını yaptığı Türk Ordusu 26 Ağustos 1922’de düşmana taarruza kalkmış ve 30 Ağustos da Dumlupınar’da vurulan darbe sonucu Yunan Ordusu kaçmaya başlamıştır. Bunun üzerine Başkomutan Mustafa Kemal, “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini vererek Türk Ordusu, Yunan Ordusunu kovalamaya başlamış ve iki yüz bin civarındaki Yunan Ordusunun tamamı neredeyse imha edilmiş, geri kalanlar 9 Eylül 1922’de denize dökülmüş ve canını zar zor kurtaran az bir grupta gemilere binerek Atina’ya kaçmıştır.

Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Lozan Antlaşması ile dünyaya ilan edilmiş ve tanıttırılmıştır. Ancak bağımsız Türkiye’nin kurulmasından sonra küresel güçler Anadolu’yu ve üzerinde kurulu Türk devletini ve bu devleti kuran Türk milletini asla ve asla rahat bırakmamışlardır. Her fırsatta Türkiye’ye güç ve enerji kaybettirmek için ellerinden geleni yapanlar en son 15 Temmuz 2016 günü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içine sızan FETÖ Terör Örgütü militanları tarafından darbe kalkışması yapılmıştır. Başta seçilmiş hükümet olmak ile birlikte Türk vatanı ve Türk milleti hedef alınarak Mete Han’dan beri sistemli bir ordu yapısına sahip olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin imajı ve saygınlığı yıpratılmak istenmiştir. Ancak Türk milleti büyük bir feraset örneği göstererek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içine sızmış hainler ile tamamen yerli ve milli, Anadolu’nun asil evlatları olan askerleri çok iyi ayırt ederek, “Peygamber Ocağı”, “Muhammed’in Ordusu”, “Mehmetçik” diye adlandırılan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni topyekun zan altında bırakmamış ve her daim askerlerinin yanında yer almıştır.

Darbe kalkışmasından sonra yapılan ihraçlar sonrası dünya devletleri Türk Silahlı Kuvvetlerinin toparlanamayacağını düşünmüştü. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta kademesinde kadro açığı oluşmuştu. Ancak buna rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri 40 gün gibi kısa bir sürede toparlanarak zafer ayı olarak nitelendirilen Ağustos ayında Cerablus’u DEAŞ Terör Örgütünden temizlemek amacıyla 24 Ağustos 2016 sabaha karşı 04.00’da sınır ötesi harekâta başlamış ve bu harekâta “Fırat Kalkanı” adı verilmiştir. Fırat Kalkanı Operasyonun ardından yapılan sınır ötesi operasyonlara zemin hazırlamış Türkiye sınırları boyunca bulunan DEAŞ, PKK, YPG, PYD vb. terör örgütü militanları imha edilmiştir.

Sonuç itibariyle Ağustos ayı Türk milletinin geçmişinin, bugününün zafer ayı olmakla ile birlikte belki de gelecekte kazanacağı zaferleri anıldığı ay olacaktır. Bu vesile ile Ağustos ayında kazandığımız zaferlerle birlikte 30 Ağustos Zafer Bayramımızı kutlar başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile silah arkadaşlarını ve tüm şehitlerimizi rahmet ve minnet ile yâd ediyorum.   

 

29 Ağustos 2025 Cuma

TÜRKİYE’NİN YENİ DİPLOMASİ HARİTASI

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, uluslararası satranç tahtasında bir hamleyle daha gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin ile gerçekleştirdiği telefon görüşmesi, sadece iki liderin diyaloğu değil; aynı zamanda Türkiye’nin jeopolitik stratejisini yeniden belirleme çabasıdır. Ukrayna’daki savaşın geldiği nokta ve Karadeniz’deki stratejik dengeler ayrıca tahıl koridorunun geleceği gibi başlıklar, bu görüşmelerin ana maddelerini oluşturmaktadır. Peki, Türkiye bu uluslararası satrançta arabulucu mu, yoksa yeni bir bölgesel aktör mü?

Aslına bakıldığında Türkiye, Karadeniz’in dalgaları arasında bir denge gemisi gibi ilerliyor. Ne Batı’nın rüzgârına tam yelken açıyor ne de Doğu’nun limanına demir atıyor. Erdoğan – Putin görüşmesi Türkiye’nin stratejisini yeniden belirleme amacı olabilir. Ancak mesele yalnızca diplomatik temas değil; bu temasın arkasında yatan tarihsel hafıza, jeopolitik refleks ve medeniyet iddiası göz ardı edilemez. Bu nedenle Türkiye, sadece bir aktör değil, aynı zamanda bölgesel güç olduğu iddiasını yeniden hatırlatıyor.

Kanaatimce iki liderin görüşmesinden şu anlam ortaya çıkmaktadır:

Rusya’nın Avrasyacı stratejisi ile Türkiye’nin çok eksenli dış politika stratejisi sahada zaman zaman benzerlik gösterse de özünde farklı bir bakış açısına dayanır. Bu nedenle Türkiye, kendi tarihsel derinliğini ve bölgesel sorumluluğunu merkeze alarak ne bir denge unsuru ne de bir tampon bölge konumunda olmakla yetinmek istemiyor. Böylece Türkiye “tampon bölge” değil bölgesel güç yani “stratejik güç” olma iddiasını pekiştirmek istiyor.

Ancak bu iddiaların gerçekleşmesi yalnızca diplomasiyle değil, içerideki zihinsel berraklıkla mümkündür. Türkiye’nin dış politikadaki stratejilerini uygulayabilmesi için öncelikle içerideki zihniyet ile örtüşmesi ayrıca tarihsel sorumluluk bilincinin oluşturulmasıyla birlikte kamuoyu desteği bu sürece anlam kazandırır. Aksi hâlde, görüşmeler yalnızca protokol fotoğraflarına indirgenir; oysa mesele, fotoğrafın arkasındaki fikri çerçeveyi inşa etmektir.

Türkiye gücünü uluslararası arenada ispatlamaya çalışmakla birlikte son yıllarda dış politikasını sadece güvenlik eksenli olarak değil aynı zamanda fikirsel derinliği olan stratejik bir diplomasi metoduyla da şekillendirmeye çalışmaktadır.

Dolasıyla bu temas Türkiye’nin bölgesel konumunu yeniden tanımlama ve aktifleştirme çabasının yanında güncel bir dış politika vizyonunun yansımasıdır. Bu nedenle mesele yalnızca diplomatik denge değil; strateji üretme kapasitesiyle bölgesel güç olarak “ben de varım” diyerek sahada var olmaktır.  

22 Ağustos 2025 Cuma

FİLİSTİN MESELESİ VE ÇİFTE STANDARTLAR: BATI’NIN VİCDANI NEREDE?

 

FİLİSTİN MESELESİ VE ÇİFTE STANDARTLAR: BATI’NIN VİCDANI NEREDE?

Filistin adı duyulunca insanın kalbinde bir şeyler titrer. Açlıktan yorgun düşmüş her yaştan bedenler ve özellikle açlığa dayanamayıp bayılan ve hayatını kaybeden yaşlılar ve çocuklar, evleri yapılan bombalamalarla başına yıkılanlar ve en trajiği ise elinde emziğinden başka bir şey olmayan çocukların İsrail askerleri tarafından barbarca katledilmesidir. Daha da trajik olanı nedir diye sorarsınız o da dünyanın gözü önünde bu kadar vahşet yapılırken Müslüman ülkelerin, kendilerini süper güç olarak tanımlayan ya da medeni olarak pazarlayan Avrupalı devletlerin ses çıkarmamasıdır. İşte ben bu vahşete ve dünyanın vahşetler karşısında sessiz kalmasına herhangi bir tanım bulamadım. İsrail’in barbarlığına karşı dünya resmen kör, sağır ve dilsiz olmuş. Bebekler, çocuklar, yaşlılar, suçu ve günahı olmayan siviller ve yerleşim yerleri, hastaneler, ibadethaneler, okullar her yer bilerek istenerek hedef alınarak İsrail askerleri tarafından vurulmaktadır. Dünyanın gözü önünde soykırım yapılmaktadır. Fakat dünya her zaman ileri sürdüğü “İnsan Hakları”nı, Filistin’e gelince uygulamamaktadır.

Sahi “İnsan Hakları” kavramı gerçekten evrensel mi? Batı’nın hiç dilinden düşürmediği özgürlük ve adalet söylemleri ile İsrail’in, Filistin’de uyguladığı katliamlar ve soykırımlara karşı Batı’nın takındığı tavır ve yaklaşımları arasında bir uçurum yok mu?

Yazıma şöyle devam edeyim ki sorduğum soruyu da bir nebze cevaplamış olayım. Dünya özellikle Amerika ve Avrupa Filistin meselesine karşı net bir duruş sergileyememesinin yanında Rusya – Ukrayna Savaşı’nda, Rusya’ya güçlü yaptırımlar uygulanmış ve Ukrayna’ya destekler verilmiş ve halen daha bu verilen destekler devam edilmektedir. Aynı Avrupa onlarca yıl süren Filistin’in işgali karşısında sessiz kalmış ve yapılan katliamlara ve soykırıma göz yummuş ve halen daha bu tutumlarına devam etmektedirler.

Buradan çıkan sonuca göre demek ki insan hakları evrensel değilmiş, özgürlük ve adalet kavramları mazlum ülkelere orada yaşayan! Mazlum milletlere uygulanmıyormuş. Bu nedenle çifte standart uygulanıyormuş. Bu durum Batı’nın aylardır süren Ukrayna’nın ve Filistin’in işgallerine olan yaklaşımlarından bariz anlaşılmaktadır.

Hatta dünya basınında Filistin’in başına gelen olaylar ile Ukrayna’nın başına gelen olayların sunuş biçimleri bile farklılık göstermektedir. Bir tarafta işgale karşı “direniş” diye ifade edilirken diğer tarafta işgale direnenlere karşı “terörist” etiketi yapıştırılmaktadır.       

 

Anadolu Ajansı’nın haberine göre The Electronic İntifada Web Sitesinin Kurucusu, Gazeteci ve Aktivist Ali Abunimah’ın Batı Medyasının ikiyüzlülüğünü şu şekilde ortaya koymuştur:

“İsrail – Filistin çatışmasıyla ilgili haberlerde genel olarak kullanılan ifade “Filistin Sorunu”dur. Sanki burada Filistin bir sorun bir engel olarak lanse edilmiş ve İsrail’in katliamlarına meşruluk kazandırılmak istenmiştir. Yine Batı Medyası, Filistinlilerin eylemlerini tanımlarken “Terörist, Militan, Roket Saldırıları” ifadelerini kullanırken, İsrail’in katliamlarına karşı ise “Meşru Müdafaa, Misilleme” gibi masumane ifadeler kullanılmıştır.”[1]

Fakat Rusya – Ukrayna Savaşında ise Batı Medyası bu savaşı neredeyse anlık olarak aktarmış ve sivil kayıplardan bahsederek Ukrayna’da yaşananları “İnsani Dram” olarak manşetlerine taşımıştır. BBC, CNN International, Washington Post, The Guardian, NewYork Times Reuters gibi Batı Medyası Ukrayna’da hayatını kaybeden çocuklar için “Rusya tarafından öldürülen çocuklar” ibaresini kullanmaktan çekinmezken aynı konu Filistin’deki çocuklar olunca sadece “öldü” ibaresini kullanması Batı Medyasının ikiyüzlülüğünü resmen göstermiştir.[2]

Batı’nın medyası ikiyüzlülüğünün yanı sıra Uluslararası Kurumların Tutarsızlığı da ayrı bir sorun teşkil etmektedir. Özellikle Birleşmiş Milletler Kararları ve İsrail’in uygulamaları arasındaki uçurum yine Avrupa Birliği’nin retorik olarak barış yanlısı olması fakat fiiliyatta etkisiz bir tutum izlemesi Filistin’de yaşananlara karşı ne kadar duyarlı! olduğunu gözler önüne sermektedir.

Birleşmiş Milletlerde İsrail – Filistin Meselesinin Çözümüne yönelik adımlar atılmış olsa da İsrail bu atılan adımların hiç birisini uygulamamıştır.

Özellikle 7 Ekim 2023 tarihinden itibaren İsrail tarafından Filistin’e yönelik başlatılan katliamlar sebebiyle dünyanın gözü Filistin’e çevrilmiş ve birçok sivilin katledilmesiyle uluslararası toplum harekete geçmiştir. Bununla birlikte 17 Ekim 2023 tarihinde 15 üyeli Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Rusya’nın sunduğu İsrail – Filistin çatışmasıyla ilgili karar tasarısının oylanmasıyla üst seviyeye ulaşmıştır.[3]

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın hazırladığı yayına göre ise:

“Ateşkes çağrısının reddedilmesi, uluslararası toplumda tepkilerin daha da büyümesine neden olmuştur. 28 Ekim 2023 tarihinde, 193 üyeli Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10. Acil Özel Oturumunda, Gazze’de yaşanan vahşetle ilgili sunulan “Sivillerin Korunması ve Yasal ve İnsani Yükümlülüklerin Yerine Getirilmesi” başlıklı karar tasarısı, geniş bir destekle kabul edilmiştir.”[4]  

Ayrıca:

“15 Kasım 2023 tarihinde BM Güvenlik Konseyi tarafından Gazze’de süren çatışmalara “acil ve uzatılmış ara verilmesi” talebinin yer aldığı karar tasarısı kabul edilmiştir. Bölgede şiddetini giderek arttıran insani yardım sorusuna yönelik olarak 22 Aralık 2023 tarihinde Gazze’de genişletilmiş insani yardımların kesintisiz ve güvenli erişimi için “acil adım atılması” talep edilen karar tasarısı BM Güvenlik Konseyi’nce kabul edilmiştir. 15 üyeli BM Güvenlik Konseyi’nin geçici  üyeleri Cezayir, Ekvator, Guyana, Japonya, Malta, Mozambik, Güney Kore, Sierra Leone, Slovenya ve İsviçre tarafından hazırlanan, Gazze’de kalıcı ve sürdürülebilir ateşkese dönüşecek şekilde, ramazan ayında acilen ateşkes sağlanmasının talep edildiği karar tasarısı, 25 Mart 2024’te oylanmış ve kabul edilmiştir. İsrail’in Gazze Şeridi’ne başlattığı saldırılardan bu yana Güvenlik Konseyi’nin ilk açık ateşkes çağrısı olma özelliğini taşıyan kararda, sivillere ve sivil nesnelere yönelik tüm şiddet, düşmanlık ve terör eylemleri şiddetle kınanmıştır. 5 Nisan 2024 tarihli BM İnsan Hakları Konseyi’nin 55. Oturumunda “Doğu Kudüs Dahil İşgal Altındaki Filistin Topraklarında İnsan Hakları Durumu ve Hesap Verebilirlik İle Adaleti Sağlama Yükümlülüğü” başlıklı karar tasarısı oylanmıştır. Türkiye’nin de ortak sunucuları arasında yer aldığı ve İslam İşbirliği Teşkilatı tarafından sunulan karar tasarısı, 47 üyeli konseydeki oylamada 28’e karşı 6 oyla kabul edilmiştir. Oylamada 13 ülke çekimser kamıştır.”[5]

Görüldüğü üzere Birlemiş Milletlerde alınan kararlara rağmen İsrail tam tersi bir tutum izlemiş ve katliamlarına devam etmiştir. Birleşmiş Milletler ise bu konuda sadece tasarı hazırlamak ve kınamaktan öte bir yaptırım uygulamamıştır. Ancak aynı şeyi Rusya – Ukrayna Savaşı’nda söylemek mümkün değildir. Bu savaş başladığı andan itibaren Rusya’ya çeşitli ambargolar uygulanmış ve Avrupa Devletleri net bir tavır sergileyerek Ukrayna’ya her türlü yardımlarda bulunmuşlardır. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Rusya – Ukrayna Savaşı’nda resmen tarafken İsrail – Filistin meselesinde, Gazze’de katledilen çocuklar için net bir tavır sergilememiştir. Hatta BM toplantılarında alınan kararlarda hep ret oyu kullanmıştır.

Bu durum başta Amerika gibi devletlerin ve Birleşmiş Milletlerin ne derece adil ve güvenilir olduğunun sorgulanması gerektiğini bir kez daha ortaya koymuştur. Uygulanan bu çifte standart insanlık adına utanç vesikası olarak tarihe geçmiştir. Üstelik BM Milletler haricinde Güney Afrika’nın açtığı soykırım davasında Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonlarını durdurması gerektiği ile ilgili hüküm verirken yine de hüküm uygulanmamış ve uluslararası toplum Filistin konusunda işlevsiz kalmıştır.

İsrail ne BM Tasarısı Kararlarını ne de Uluslararası Adalet Divanı kararlarını uygulamayarak uluslararası hukuku da hiçe saydığını göstermiştir. Böylece Dünya’nın gözü önünde yapılan katliamlar ve soykırım süreci İsrail’in hukuk tanımazlığı ile birlikte devam etmektedir. Ne yazık ki Batı Medyası ve devletleri bu hukuksuzluğa da ses çıkarmamakla bu katliamlara ortak olmaktadırlar.

Aynı tutumu Ukrayna meselesinde takınmayan en başta Batı medyası ve devletlerine şu soruyu sormak gereklidir. “Vicdan coğrafi midir?”

Yine bu kadar Müslüman ülke varken ve kardeşleri Filistin’de katledilirken “Rahat uyumak caiz midir?”

Bu soruların cevaplarının hakkaniyetle verildiği gün Filistin’in kurtulduğu gündür.

 



[1] Gülçin Kazan Döger, “Batı Medyası Kullandığı Dil ve Anlatımla İsrail’in İşlediği Suçların Üstünü Örtüyor”, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bati-medyasi-kullandigi-dil-ve-anlatimla-israilin-isledigi-suclarin-ustunu-ortuyor/3247518#, Erişim Tarihi: 05.08.2025.

[2] Hilal Ceren Kara, “Batı Medyası Bildiğiniz Gibi: Ukrayna’da İnsani Dram, Gazze’de Terörle Mücadele”, Kriter Dergisi, https://kriterdergi.com/dosya-filistin-2/bati-medyasi-bildiginiz-gibi-ukraynada-insani-dram-gazzede-terorle-mucadele, Erişim Tarihi: 06.08.2025

[3] “Filistin Davamız”, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2024, s.375.

[4] “Filistin Davamız”, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2024, s.375

[5] “Filistin Davamız”, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2024, s.377.

Diğer Yayınlar